Zaferden Cumhuriyetin ilanına kadar geçen 416 günlük bekleyiş

Hüseyin VATANSEVER

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan ettiği 23 Ekim 1923, Milli Mücadele’nin ulaştığı gün olmakla birlikte bir milat noktası oluşturuyor. Ülkenin yönetim şeklini milletin bağımsızlığı, kayıtsız şartsız egemenliğine bağlanması ve ülkeyi yönetecek kişilerin yine milletçe belirleneceği bir sistemin kurulması ile varlık mücadelesi veren Türk halkı, yeni devletin kuruluşuyla artık diğer dünya devletleri arasında kendine yer açmış oldu. Avrupa’nın hasta adamı olarak görülen Türkiye, kendisine biçilen ateşten gömleği yırtmakla kalmadı, zamanının ruhunu doğru anlamakla beraber bunu yeniden yoğuran bir düşünce yapısıyla modern bir Cumhuriyet düzenini benimsedi.

Verdiği ölüm kalım ile genç Türkiye Cumhuriyeti ilham verici bir hikâye yazmıştı. Yabancı devletlerin manda ve himayesini kabul etmeden var olmak yolundaki özgürlükçü yaklaşımla dünya savaşında mağlup olmuş ya da doğrudan kendisini ilgilendirmeyen böyle bir savaşta emperyalist devletlere asker desteği sağlayan kolonyal devletlere kendi kaderlerini tayin etmeyi düşündürmüştü. Cumhuriyet’in alevlendirdiği özgürlük ateşi sadece Türk milletini değil, başka ülkeleri de aydınlattı. Cumhuriyet, milli mücadele ruhunun olgunlaştırdığı ve bağımsızlığın kazanılmasıyla hayata geçtiği bir kavramdı. Zira işgallerin başlamasına karşı toplanan Erzurum Kongresi kararları, milli mücadelenin gidişatında yönetim şeklinin değişeceğini işaret ediyordu. 1919 yılında 23 Temmuz’da başlayıp 7 Ağustos günü tamamlanan kongrede alınan kararlardan “Milli kuvvetleri (Kuvâ-yı Milliye’yi) etkili, milli iradeyi hakim kılmak esastır” maddesi hem halkın direnini artırmayı hem de ileride kurulacak Cumhuriyet idaresinin ilk söylemini oluşturuyordu.

Zafer kazanıldı ama belirsizlikler sürüyordu

Askeri anlamda zafere ulaşılmış olsa da Ankara, Milli Mücadele’nin başında açıklanan ve Misak- ı Milli olarak tanımladığı talepleri elde etmekte gösterdiği azim ve kararlılık ile sıcak savaş sonrasını başarıyla yönetti.

Cumhuriyetin ilanından 416 gün geriye gidildiğinde İzmir kurtulduğunu, fakat henüz hiçbir şeyin sona ermediği görülüyor. Barut dumanının kokusu hâlâ hissediliyordu. Düşman ağır bir yenilgiye uğratılmış olsa da takip harekâtları devam ediyordu.

16 Eylül 1922’de Batı Anadolu ve 18 Eylül 1922’de de Güney Marmara kıyılarında işgal sonlandırıldı. Buna rağmen İstanbul ve Trakya işgal altındaydı ve Boğazlardaki egemenlik durumu belirsizdi. Diğer yandan Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin bağımsızlığını temsil ederken, hilafet ve saltanat kurumunun varlığı egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olması üzerinde belirsizlik oluşturuyordu.

Büyük Taarruz’daki başarıları dolayısıyla 10 Eylül 1922’de Korgeneral rütbesine terfi eden Fahrettin Altay, İzmir’de Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı karşıladı. Daha üç gün önce, 7 Eylül 1922’de cephanesi tükenen süvarilerine “Kılıca kuvvet” emri vermiş olan Altay’ın emrindeki V. Süvari Kolordusu, İzmir’e giren ilk Türk birliği idi. Fahrettin Altay ve komutasındaki süvariler daha fazla duraksamadan harekete geçti ve Çanakkale yönünde ilerlemeye başladı.

Hedefte Çanakkale ve İstanbul Boğazları ile Meriç Nehri’ne kadar olan Trakya Bölgesi vardı. Bu bölgelerde hakimiyet sağlanmadan savaş sona ermiş sayılamazdı. İngiliz-Fransız kontrolündeki Boğazlar Tarafsız Bölgesi’ne doğru harekete geçilmesiyle yeni bir siyasi ve askeri kriz çıkmış oldu. Çanakkale Krizi olarak adlandırılan bu olayda İngiltere başta olmak üzere İtilaf Devletleri için I. Dünya Savaşı sonunda Mondros Mütarekesi ile elde ettikleri en büyük kazanım olan Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının kontrolü özellikle İngilizler için tehlike altına girdi.

Görece olarak zayıf Türk kuvvetlerinin Anadolu’daki zaferinin üzerine böyle bir başarıyı ekleyecek olması ihtimali İngilizleri ürkütüyordu. İngilizler, Çanakkale Boğazı’nı korumak ve Türklerin Trakya’ya geçmesini önlemek için Türk ordusu daha Ege kıyılarındaki temizlik harekâtını sürdürürken, 12 Eylül’de Çanakkale’deki birliğini takviye etti. Ayrıca İstanbul, Malta ve Mısır’dan bazı kuvvetleri de Çanakkale’ye doğru yola çıkardı. İngiltere, Türklerle tek başına savaşmamak için 14 Eylül’de müttefiklerine birlikte hareket için çağrıda bulundu.

Türk birliklerinin Çanakkale Boğazı tarafsız bölgesindeki İngiliz ve Fransız mevzilerine karşı yürüyüşe geçmesiyle bir süre için İngiltere ve Türkiye arasında bir savaş çıkması ihtimali belirdi. Ancak Kanada, Fransa ve İtalya böyle bir çatışmaya katılmayı reddetti. Ardından İngilizlerin destek istediği diğer İtilaf Kuvvetleri ve İngiliz kamuoyu da yeni bir savaş istemiyordu. Olayların cereyan ettiği bölgedeki en üst düzey yetkili General Sir Charles Harington, müzakere edilerek bir çözüm geliştirilebileceğine güvendiği için Türklere bir ültimatom vermeyi reddetti.

Eylül 1922’ye damgasını vuran Çanakkale Krizi, Türk tarafının müzakereye olumlu bakması ve İngiltere’nin ikinci kez gerçekleşmesi muhtemel bir Çanakkale savaşına destek bulamayışı nedeniyle daha fazla uzamadı. İngiltere’nin koalisyon hükümetindeki Muhafazakârlar, Winston Churchill ile birlikte savaş çağrısı yapan Liberal Başbakan David Lloyd George’u takip etmeyi reddettiler. Böylece Lloyd George krizi başarıyla yönetemediği için 19 Ekim 1922’de istifa etmek zorunda kaldı.

Bu karar, Lloyd George Hükûmeti’nin Batı Anadolu’yu Yunanistan’a bırakan Yakın Doğu politikasının başarısızlığa uğraması anlamına geliyordu. İstifayı takip eden süreçte koalisyon dağıldı ve İngiltere’de 1922’deki genel seçimlerde Muhafazakar Parti iktidara geldi.

Çanakkale Krizi ile dengeler değişiyordu

Kriz, Britanya İmparatorluğu’nda savaşa kimin karar vereceği konusunu gündeme getirdi. Çünkü Çanakkale Krizi’nde Kanada, ilk kez diplomatik olarak Londra’dan bağımsız tavır sergiledi.

Kanada Başbakanı Mackenzie King, durumun 8 yıl önce başlayan I. Dünya Savaşı’ndan farklı olduğunu, asker gönderebilmek için Kanada Meclisi’nin karar vermesi gerektiğini açıkladı. Bu Kanada’nın diplomatik olarak Londra’dan bağımsız tavır aldığı ilk olaydı.

Tarihçi Robert Blake, Çanakkale Krizi’ni Arthur Balfour’un Britanya ve dominyonları “Britanya İmparatorluğu içinde, statü bakımından eşit, iç işlerinde hiçbir şekilde birbirlerine tabi olmayan, ancak Kraliyete ortak bir bağlılıkla birleşmiş ve Britanya Uluslar Topluluğu’nun üyeleri olarak özgürce bir araya gelmiş özerk topluluklar” olarak tanımlamasına yol açtığını söylüyor. Mustafa Kemal Paşa 28 Eylül’de askeri harekâtı durdurdu ve Meriç Nehri’ne kadar Trakya’nın derhal Türkiye’ye verilmesi koşuluyla Mudanya’da konferansın yapılmasını kabul ettiğini 29 Eylül’de bildirdi. Bunun üzerine İtilaf Devletleri, İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanlarından bir heyet oluşturdu. Heyette İngiltere’yi General Harrington, İtalya’yı General Monbelli, Fransa’yı temsil eden General Charpy ve yardımcıları bulunuyordu. Yunan delegesi Mazarakis idi. Türk tarafını ise Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa temsil ediyordu. Toplantı eski bir konsolosluk binasında 3 Ekim’de başladı ve 11 Ekim 1922’de anlaşmayla bitti.

Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın, yürürlüğe konmasıyla Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın askeri bölümü başarıyla tamamlanmış oldu. Misak-ı Millî ile belirlenen yurt toprakları içinde bulunan Doğu Trakya, yeni bir savaşa başvurulmadan, yeni Türkiye Devleti’nin sınırları içine alındı. O güne değin TBMM Hükümeti’ni tanımayan İngiltere de bu düşüncesini terk ederek yeni Türkiye Devleti’nin siyasal varlığını kabul etmek zorunda kaldı. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin deyimi ile Mudanya, “Kemalistlerin baskısı altında müttefiklerin teslim olmalarını simgeleyen bir belgedir.”

Saltanatın kaldırılması kalıcı barış için zaruri olmuştu

Kalıcı bir barışın yolu Mudanya’da açılırken, Osmanlı Sadrazzamı Tevfik Paşa’nın 17 Ekim 1922’de Mustafa Kemal’e çektiği telgrafta, Büyük Zafer’i saltanat makamı ile Babıâli’ye hayatiyet kazandıracak bir unsur olarak değerlendirmesi ve yapılacak barış konferansında İstanbul Hükümetinin yanında yer almak suretiyle Ankara’nın ‘Son görev’ini ifa etmesini bekler vaziyette bulunması, saltanatın kaldırılmasını günün meselesi haline getirdi.

İngiliz, Fransız, İtalyan temsilcilerinin 27 Ekim 1922’de ayrı ayrı verdikleri şifahi notalarla İstanbul ve Ankara Hükümetlerini aynı anda, 13 Kasım 1922’de Lozan’da açılacak konferansa davet etmeleri üzerine, 23 Ekim’de Ankara bu daveti kabul ettiğini bildi. Aynı gün Tevfik Paşa tarafından TBMM Başkanlığına çekilen telgrafta, birlikte katılma önerisinde bulunuluyordu. Tevfik Paşa’nın telgrafları, Mustafa Kemal’in girişimleriyle Ankara’da saltanatla ilgili düşüncelerde önemli ölçüde değişikliğe uğrattı. Çünkü İtilaf Devletleri’nin Lozan Barış Konferansında avantaj kazanmak için Türk tarafında ikilik oluşturmak istediği görülüyordu.

1 Kasım 1922’de kabul edilen kanun ile hilafet ve saltanat ayrılarak saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı Devleti hukuki zeminde de ömrünü tamamlarken Cumhuriyet idaresine geçişte önemli bir dönemeç geçilmiş oldu. Son padişah Vahdettin, 17 Kasım 1922’de İngilizlere sığınıp İstanbul’u terk etti. Ardından Büyük Millet Meclisi’nin kararı ile Abdülmecit Efendi halife seçildi.

Zaferi kalıcı hale getirecek ekonomi vizyonu İzmir’de Bağımsızlığın bir unsuru olarak ekonomik özgürlüğün sağlanmasını da öngörülüyordu. Kapitülasyonlar ve dış borçlar ülke ekonomisini yeterince kötü duruma getirmişken bir de yaşanan savaşlar şartları daha da ağırlaştırmıştı. Yeni Türkiye’nin kurulması ve gelişme kaydetmesi açışından ekonomi gündemi önem taşıyordu ve İzmir’in kurtuluşundan 5 ay sonra, Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından 4 ay önce toplanan Türkiye İktisat Kongresi, kurtuluş mücadelesi kapsamında ekonomiye verilen önemi gösteriyordu.

Kongrenin açılışında Mustafa Kemal şöyle konuşmuştu: “Yeni Türkiye’mizi layık olduğumuz düzeye eriştirebilmemiz için mutlaka ekonomimize birinci derecede önem vermek zorundayız. Çünkü zamanımız tamamen bir ekonomi devresinden başka bir şey değildir. Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar ekonomik zaferlerle taçlandırılmamışlarsa, meydana gelen zaferler devamlı olamaz.”

Lozan Antlaşması ile yeni Türkiye kuruldu

İsviçre’nin Lozan kentinde 11 Kasım 1922’de başlayan Lozan Barış Konferansı, antlaşmanın imzalanması ile birlikte 24 Temmuz 1923 günü sona ermişti. Türk tarafının kayıtsız şartsız bağımsızlık talebi nedeniyle çetin şartlarda geçen görüşmeler yaklaşık 8 ay sürmüştü. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşması olarak kabul edilen Lozan Antlaşması, 100 yılı geride bırakarak modern tarihin en önemli hukuki metinleri arasında yer alıyor. Antlaşmaya TBMM hükümetinin yanı sıra İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve Sırp-Hırvat ve Sloven Krallığı imza attı. Lozan Antlaşması ile İtilaf Devletleri ve Türkiye arasında 10 yıla yaklaşan savaş sona erdi. Türkiye’nin günümüzdeki sınırları büyük ölçüde bu antlaşma ile belirlenmiş oldu.

Osmanlı İmparatorluğunun Batılı devletlere verdiği kapitülasyonlar tamamen kaldırıldı.

İstanbul’un Kurtuluşu ile bütünlük sağlandı

İstanbul’un işgali Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra işgal güçlerinin 23 Ağustos 1923’ten itibaren şehri terk etmesiyle bitti. Son İtilaf Devletleri birliği ise 4 Ekim 1923 günü şehri terk etti. 6 Ekim 1923’te ise Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3’üncü Kolordu, İstanbul’a girdi ve işgali resmen sona erdirdi. Böylece yeni Türkiye’nin bütünlüğüne önemli bir parçası yeniden eklendi. diğer yandan yeni Türkiye Devleti’nin başkentini saptamak gerekiyordu. Başkentin Anadolu’da olması güvenlik açısından önemliydi ve Büyük Millet Meclisi ile Milli Mücadele’ye ev sahipliği yapan Ankara öne çıkıyordu. Devletin başkentini bir an önce belirlemek amacıyla 13 Ekim 1923’te meclis genel kuruluna gelen yasa tasarısı oy çokluğuyla kabul edildi. Artık başkent Ankara idi.

Cumhuriyet yeni devletin yönetim şekli oldu

İzmir’in kurtuluşunu takip eden 416 gün uluslararası ilişkiler ve diplomasi yoğun bir gündem ile geçmişti. Türk milletinin bağımsızlık talepleri en uygun şekilde ifade edildiği bu süreçte dünya sahnesinde başarı sadece askeri mücadele ile değil siyasi ve diplomatik olarak kazanılmıştı. Büyük Millet Meclisi, bu süreci başarıyla yürütmüştü. Çağın gerekleri ile örtüşecek şekilde yeni Türkiye yeni yönetim şeklini 29 Ekim 1923 tarihinde “Cumhuriyet” olarak duyurdu.

Giderayak kupayı da kaybettiler

İstanbul İşgal Kuvvetlerinin başındaki General Harington, İstanbul’u terk etmek üzereyken Türklere, İngilizlere mağlup olduklarını hatırlatacak bir anı bırakmayı arzuluyordu. Irish Guards, Grenadiers Guards ve Coldstream Guards takımlarının en iyi oyuncuları ile bir karma oluşturan general, bununla yetinmeyerek anavatanından dört profesyonel futbolcu ile bu takımı takviye etmişti. Coldstream Guards adı altında toplanan bu takım adına gazetelere şöyle bir ilan verildi: “Gardler Muhteliti Türk kulüplerine meydan okuyor. Galibine, Başkumandanın adını taşıyan büyük bir kupa verilecek bu maça Türk kulüpleri diledikleri gibi takviye de alabilirler.”

İlanın yayımlanmasının ardından bir kulüp, bu meydan okumayı şöyle cevaplar: “Fenerbahçe Kulübü yalnız kendi kadrosuyla bu maçı şartsız olarak kabul eder.” Taksim Stadyumu’nda 29 Haziran 1923’te oynan maça ilgi yoğundu. Maçın ilk yarısı Coldstream Guards adına Willie Ferguson’un 30’uncu dakikada attığı gol ile 1-0 tamamlandı. İkinci yarıda Fenerbahçe, 61’inci dakikada Zeki Rıza Sporel’in golü ile beraberliği yakaladı. Galibiyet golünü de 74’üncü dakikada Zeki Rıza attı ve maç 2-1’lik skorla tamamlandı. Galibiyet, İsviçre’de de çoşku ile karşılandı.

Maç gecesi Lozan Konferansı’nda bulunan Türk Heyeti, haberi büyük bir mutlulukla karşıladı ve heyet başkanı İsmet İnönü, Fenerbahçe kulübüne bir kutlama telgrafı göndererek “Heyetimiz namına hepinizi meserretle tebrik eder, gözlerinizden öperim” mesajını iletti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir